Futbol Tanrısı’na teşekkür etmek ya da futbolda hak yerini nasıl bulur dersiniz?..


Herkesin ağzında pazar günkü Almanya-İngiltere maçı. Bir yandan, Almanya’nın 4-1’lik zaferiyle İngiltere’nin kupaya erken vedası...
Öte yandan, İngilizlerin Almanya karşısında sayılmayan golüyle yarım yüzyıl öncesine ait hatıraların bir anda canlanması...
Pazartesi akşamı Brezilya-Şili maçı öncesinde, Ellis Park Stadı’nın medya merkezinde de sadece bu konu vardı, renkli ve hararetli tartışmalarla.
Bild Zeitung, Almanların ruh halini iyi yakalamıştı dünkü manşetinde:
“Futbol Tanrısı’na teşekkür ediyoruz.”
Spotta ise hak yerini buldu duygusu uç vermişti:
“Bundan 44 yıl önce biz Almanların Wembley’deki Dünya Kupası finalinde neler hissettiğimizi herhalde şimdi İngiliz kardeşlerimiz daha iyi anlamışlardır.”
O maçı çok iyi anımsıyorum.
1966’nın baharıydı.
Almanya’da çalışıyordum. Dünya Kupası finali Londra’da, futbolun en büyük mabedi Wembley’de Almanya’yla İngiltere arasındaydı. Bremen’de bir Alman arkadaşımızın evinde toplanmıştık.
Tabii ben de Almanya’yı tutuyordum. Fazlaca bira ve şnaps eşliğinde bir heyecan fırtınası halinde geçen finalin normal süresi 2-2 bitince, maç yarım saat uzamıştı.
Dakikalar ilerledikçe kıvranıyorduk. O meşhur 101. dakika geldi. İngilizlerin müthiş volesi üst direkte patladı, çizgiye vurdu ve çıktı.
Ama hakem “gol” dedi, kıyamet koptu. Alman televizyonu pozisyonu defalarca veriyor ve her seferinde topun çizgi içine düşmediği çıplak gözle görülüyordu.
Maçın kırılma noktasıydı bu. Haksız golden sonra İngilizler coştu, Almanların morali bozuldu, bir gol daha yediler ve Dünya Kupası’nı İngiltere kaldırdı.
Ama anlaşılan bu kupa İngiltere’ye uğur getirmedi. 44 yıldır İngilizler şeytanın bacağını kıramadılar. Buna karşılık Almanya iki kez daha bu büyük kupanın sahibi olarak şampiyonluğu üçledi.
Aradan 44 yıl geçti, fakat Almanya 1966’yı unutmadı. O yüzden, önceki gün Lampart’ın 38. dakikadaki muhteşem şutu Alman kalesinin üst direğinde patlayıp çizginin içine düşmesine rağmen hakem golü saymayınca, İngilizlerin yaşadığı hayal kırıklığını Bild Zeitung Futbol Tanrısı’na teşekkür ederek duyurdu.
Peki, bu gol sayılsa ne olurdu? Artık bu konu, 2010 Güney Afrika’dan ‘futbol geyiği’nin renklerinden biri olarak kalacak.
Gerçek şu:
İngilizler kötü, Almanlar çok iyi bir takım oluşturmuşlar. İkisi arasında kalite farkı büyük. Lampart’ın harika golü sayılsaydı bile sonuç kolay değişmezdi.
Almanya maçı bileğinin hakkıyla aldı. Rıdvan Dilmen’in deyişiyle, Almanya İngiltere’nin balonunu fena patlattı.
Bir İngiliz yorumcuya göre, bu kadro ve bu oyunuyla İngiliz milli takımı kendine ‘futbol tarihi müzesi’nde bir yer bulmalıydı, o kadar.
Joachim Löw’ün Alman topçularına gelince...
Mesut Özil‘in soğukkanlı yaratıcılığı, Sami Khedira ve Schweinsteger’in mücadele gücü ile Müller, Podolski ve Klose’nin fırsatçılığıyla birleşince, büyük bir gol pozisyonu zenginliği sahneye çıkıyor.
Bu Alman futbol makinesini alt etmek kolay gözükmüyor. Teknik direktör Löw’ün, tüm sakinliği, disiplini ve kompleksisliğiyle genç bir jenerasyondan çok iyi bir takım oluşturduğu anlaşılıyor.
Benimle ilgili bir not:
Messi’den sonra bir de Mesut’çu olmaya başladım galiba...
Tuhaf bir topçu Mesut Özil.
Balık gibi bakıyor, patlak gözleriyle.
Anormal soğukkanlı, sakin bir güç denebilir.
Ama birden öylesine hızlanıyor, yırtıcılaşıyor ki... Öylesine kolay ve rahat çalım atıp adam geçiyor ki...
Karşısındaki rakibini geçerken sanki ona bile çaktırmıyor.
Pasları yumuşacık, lokum gibi, al da at dercesine. İngiltere’ye 4. golü atan Müller’e yaptığı asist de böylesine bir pastı işte...
Mesut gösterişli mi oynuyor? Hayır.
Sükuneti önemsiyor. Gösterişsiz bir liderliği var takım içinde. Bu liderlikle, sakatlığı yüzünden turnuvaya gelemeyen takım kaptanı Ballack’ın yerini doldurabiliyor. Alman basınında “Kral öldü, yaşasın kral!” başlıkları atılabiliyor hakkında...
Topla sakinliği konusunda büyük futbol efsanesi Zidane’i örnek aldığını söylüyor Mesut Özil.
Daha 22 yaşında.
Çekingen, mahcup bir havası var. Kendinden söz etmeyi de sevmiyor. “Yetiştirilme tarzım öyle, havalanmam” diyor(*).
Mesut Özil’in futboluna hayran olduğum için Almanya-İngiltere maçında bir Mesut’çu olarak Almanya’yı tuttum.
Ancak, çeyrek finalde Almanya’yla Arjantin eşleşirse durum değişir, o zaman Messi’ciliğim ağır basar demiştim.
Öyle de oldu.
Pazar gecesi Soccer City stadında Arjantin, Meksika’yı 3-1’le geçince, 3 Temmuz’da Cape Town’da oynanacak Arjantin-Almanya maçı bir erken final havasına şimdiden girmiş oldu.
Ama Soccer City’de, 84 bin seyircinin önünde Messi yok Tevez vardı, tüm çalışkanlığı, yırtıcılığı ve golcülüğüyle.
Tevez, bir gol de ofsayttan attı ama, golü sayılmasa da sonuç değişmez, bizim Dos Santos’lu Meksika yine boyun eğerdi Arjantin’e...
Bir de yerinde duramayan, saha kenarında zıp zıp zıplayan, her golde çocuk gibi sevinen ve sevincini çevresindekilerle öpüşerek, itişerek yaşayan bir Diego Maradona, tüm zamanların en büyük futbolcusu. Onun da bu hallerini izlemek, futbolun bir başka güzelliği.
Gaza bas Isaac Bey, gaza!
Yoksa Vedat Danacı’yla geç kalacağız Brezilya-Şili maçına... Hani şu bizim Elano var ya, onu da seyredeceğiz.
Peki ya Fenerli dostlar, sizin Brezilyalılar nerede, Copa Cabana plajlarında mı yoksa?..
Haydi, maça maça!
_______________________
* Tanıl Bora’nın 22 Haziran 2010 tarihli Radikal’deki, “Mesut Özil: Bu şarkı daha sürecek” başlıklı güzel yazısından yararlandım bu satırları yazarken, sayfa 18.