GÖRKEM HASTALIĞI..
Bize bir zamanlar “küçüğü” olmaya can attığımız ve zaman zaman da “olduk” sanarak pek ziyade sevindiğimiz Amerika’dan ithal olsa gerek bu hastalık.
Ama son uygulamalara baktığımızda, "Büyük" tutkumuz, görkem tutkumuz, Şaşaaa tutkumuz Amerikayı, Bizansı, Roma'yı, Osmanlı'yı fersah fersah katladı.
Oysa Cumhuriyet boyunca biz böyle değildik.
İnsan ölçekliydi her yaptığımız; insanı ezen değil insanla bütünleşen ve insanı ortaya çıkaran ölçülerdeydi yapıtlarımız.
Kendi kültürümüzden koptukça kendi ölçülerimizi de kaybettik.
Zira lokomotifin dümeninde oturanlar bizi ablıp bir Şark'a doğru sürüklüyorlar, bir diğer yönetenler de alıp Garp'a doğru götürüyor.
Şank kurnazlığı kültürüyle kalmıyoruz.
Doğu Kültürünün tüm olumsuzlarını, malesef batı kültürünün olumsuzlukları ile harmanlayıp hayatımızı buna göre yapılandırıyoruz.
Bu yüzden de her şeyimizi irinin ve kocamanın heybetine kurban vermeye başladık.
En büyük bina tutkumuzun sonucu, Dünyanın en görkemli sarayını inşa ettik.
Suudi Kralları bile gıptayla bakıyorlar saraya ve kendi kendilerine kızıyorlar, "Biz niye düşünmedik" diye..
Bu görkem bu gösteriş hastalığı şimdilerde camilerimize de sıçramaya başladı.
Yakın zamana kadar en büyük yarış konumuz olan yüksek minareyle yetinmiyoruz artık.
Mimar Sinan’dan daha büyük cami yapmak gibi hem akıl almaz, hem akla ziyan bir gayretkeşliğe soyunuyoruz.
Bu devirde Mimar Sinan’ın yaptıklarından daha büyük cami, daha büyük medrese, daha büyük köprü, daha büyük hastane yapmak marifet değil.
Marifet onun eserlerinden daha uyumlu, daha zarif, daha işlevsel ve çağından ileri eserler ortaya koyabilmektir.
Onun kendi çağının teknolojisinin çok önüne çıkan mühendislik bilgisine yetişmek ama ondan da önemlisi onda ve onun çıraklarındaki eserin çevreyle ve kendisiyle uyumunu yakalayabilmek. Kısacası altın oranı ortaya koyabilmek!
Zor olan budur ve bugünün sanatçısını yükseltecek olan da işte bu zor olandır.
Geçenlerde bir mühendis dostumla konuşurken “Niye hep iriden, kocamandan yanayız” diye sordum;
“Küçük olanı inşa etmeyi, küçükteki estetiği yakalamayı beceremediğimiz için büyük olanı tercih ediyoruz. Estetikteki kusurlarımızı büyüklüğün heybetinde gizliyoruz” dedi.
Aklıma hemen, Ankara'daki Mimarların Ak Saray için ortaya attıkları iddia geliverdi; "Tepedek baktığınızda bina Alaturka Tuvalet taşına benziyor" denmişti.
İşte Ak Saray, mimaride estetik yerine görkemi, şaşaayı ön plana çıkarmanın getirdiği bir sonuçtur.
Varsın Sinan'ın eserleri kadar estetik, sıcak ve uyumlu olmasın.
Ama "Bu yapının temelinde 1 katrilyon 370 trilyon lira yatıyor densin" hastalığıdır Ak Saray.
Prof. Dr. İlber Ortaylı toplum olarak “ölçüyü kaybettiğimiz”i söyler.
Modern Dünyaya bakıyoruz, mimaride tek kelimeyle tevazu ve estetik öncelikli bir çizgi izleniyor.
Ama doğuya ve güneye doğru indiğinizde dünyanın en büyüğünü yapma yarışı yaşandığını görürsünüz.
Bilmem kaç yüz katlı, 7 yıldızlı otellerden tutun da, Guness raportörlerinin tanık olarak çağrıldığı onlarca uygulama.
Büyük olmak, dünyanın en büyüğünü yapmakla olmaz.
Günlerdir düşünüyorum.
Sayın devlet Büyüğümüze yaptırılan sarayı.
Her gece bir odasında kalsa, ilk turda görev süresinin 3 yılı tamamlanıyor. Yani o sarayın her odasını iki gece üst üste kullanacak zamanı yok.
Bin oda için sadece temizlik hizmeti verecek en az 100 kişi lazım.
Bahçesinin bakımı için de bir bahçıvan ordusu.
Bu sarayda hizmet edeceklerin sayısını da kattınız mı, lüks yatırımın hayatiyetinin ne kadar büyük bir israfla süreceği de kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Ölçünün kaybolması sadece mimaride söz konusu değil, hemen her alanda geçerli bir hal. Duruşumuzdan bakışımıza, susuşumuzdan konuşmamıza kadar taban tabana zıt olan hallerimizde bile aşırı bir ölçüsüzlük var. Kendi değer ölçülerimizin insan ölçekli mütevazı ama sağlam sınırlarına çekilmedikçe; kendi geleceğimizi sağlam temellere oturtmamız söz konusu olamaz.
Denge ve uyum; büyüklükten daha önemli ve daha gereklidir.