HAVALE EDİYORUM

Son günlerde yazılarımda sürekli ekonomi ve demokrasiyi ön planda tutmam nedeniyle, farklı görüşteki dostlarla zaman zaman beyin fırtınalarında aramızda görüş ayrılıkları çıkıyor.

Benim eskiyi unutup mevcudu sürekli eleştirmemden dert yananlar oldu.

Özellikle bir dostum ise, bu tür eleştirilerin, bölücülerin ve terör örgütlerinin işine yarayabileceğini söyleyince, siz okurlarıma karşı bir özeleştiri yapma ihtiyacı hissettim.

Hayatımın hiç bir döneminde, kalemimi bölücülerden yana kullanmadım.

Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Laik Demokratik Cumhuriyet, Bayrak, Ezan gibi kutsalları kırmızı çizgilerim olarak görmüşüm.

Demokrasinin gelişmesi noktasında daha fazla inisiyatif kullanılması gerektiğine vurgu yapmışım. Demokratik hakların kullanımının yönetimler tarafından güvence altına alınması gereken en önemli sorumlulukların başında gelmesi gerektiğini söylemişim.

Herkesin kendisini ifade edebildiği dili, geleneği, örfü, mutfağı, kültürü sonuna kadar yaşamasından yana olduğumu savunmuşum.

Birliğin, beraberliğin, dayanışmanın sorunların çözümüne giden ilk adımlar olduğunu, kurumlar arası ahengin hizmetleri daha etkili olarak yerine getirmenin yolu olduğuna vurgu yapmışım.

Yüzü Medeniyete dönük Demokratik, Laik, Müslüman bir ülkenin Asya ve Afrika'da yaşayan ve despot rejimlerin tahakkümü altında ezilen halklar için bile ışık ve umut olacağını dile getirmişim.

Din maskeli yapılanmaların nihai amacının ülkede, indirilen dini değil, uydurulan Dini iktidara getirerek ve ülkeyi geri ülkeler sınıfına oturtarak, tahakküm alanlarını nihaileştirmek olduğunu onlarca kez yazmışım.

Ayrıcalıklı hale getirilen Fetullah Gülen yapılanması başta olmak üzere, ülkede Atatürk Döneminde yasaklanan Tarikat, Dergah, Takke ve Zaviyelerin ülkenin kültürel anlamda geriye gidişine zemin hazırladığına her fırsatta dikkat çektim.

Bu yapıların aslında Kur-an’ı Kerim’i değil, kendi uydurdukları safsataları din ambalajına sarıp sarmaladığını hep vurguladım.

Türk Dış Politikasının oturtulduğu 'Yurtta Barış, Cihanda Barış' ilkesinin iktidarda kim olursa olsun savunulması gerektiğini her fırsatta dile getirmişim.

Anayasa ve Yasalar önünde herkesin eşit bireyler olarak yaşamasının önemini işleyen yazılar kaleme almışım.

Demokrasisi özürlü ülkelerin ekonomide de, ellerindeki kaynaklara rağmen başarılı olamadıklarını örneklerle anlatmışım.

Ama terörün, bölücülüğün, bir ülkenin sonunu hazırlayan unsurlar olduğunu, devlet erkinin bu tür yapılanmalara karşı da gücünü ortaya koyması gerektiğini her fırsatta dile getirmişim.

Şimdi ikincisi el sıkılarak başlatılan, terörle Pazarlık sürecinin sonunun da hüsran olacağını ilk günlerden itibaren her fırsatta işlemişim.

'Işid gibi, Hizbullah gibi, Öso gibi, Sadat gibi silahlı dini yapıların, medeni dünyanın baskısı karşısında düşman ilan edildiğini ama el altından himaye edildiğini her fırsatta savunmuşum.

Suudi Kralı öldüğünde ve ülkede 3 günlük yas ilan edildiğinde, Suudların geçmişten bu yana Türkiye’ye ve Türk Milletine dostça duygular beslemediklerine vurgu yapmışım.

Peki başka ne yazmışım.

Ekonominin kendine has kuralları olduğunu, en dikta rejimlerin bile ekonomiye boyun eğdirmesinin mümkün olmadığını, güçlü ekonomik yapıya sahip ülkelerde demokrasi, üretim ve ihracatın olmazsa olmazlar olarak kabul edildiğini vurgulamışım.

Halkı gibi yaşamayan liderlerin yönettiği ülkelerde yaşayanların açlık ve sefalet, yönetenlerin ise lüks ve safahat içinde yaşadıklarına vurgu yapmışım.

Yazılarımda her fırsatta borçla döndürülen ekonomilerin çökmeye mahkum olduğunu vurgulamışım.

Milli kaynakların ve kamunun ekonomiden tamamen çekilmesi, güçlü bir ekonomik denetim sistemi sonrası olabileceğini belirtmişim.

Özelleştirmelerde kayırılan kişilere kamu imkanlarının peşkeş çekilmesinin sonunun felaket olacağını dillendirmişim.

Köprü, hastane, havaalanı gibi ülkenin hayati yapılarının inşası sırasında, geri ödeme sisteminin ya Türk Lirası ile ya da, anlaşmanın yapıldığı günkü dolar kuru üzerinden yapılması gerektiğine vurgu yapmışım.

Suriye politikalarındaki yanlışlıklara dem vurup, Türkiye’nin bu konuda kendi ülke çıkarları doğrultusunda önlemler alması gerektiğini vurgulamışım.

Şimdi sorarım size dostlar.

Bu görüşlerin hangisi yanlış?

Bu görüşlerin hangisi, bölücü unsurların ekmeğine yağ sürmek?

Bu görüşlerin hangisi ülke ve toplum yararına değil?

Anadolu'da bir deyimdir;

‘Yol kes, bel kes, ama vicdanı elden bırakma’.

Sevgili dostum, sevgili dostlarım umarım yazdıklarımı bir kez daha gözden geçirip, yüzüme karşı kullandığınız bu haksız tanımı geri çekersiniz.

Ülkesinin bekası, milletinin huzur ve refahı, halkının çağdaş birer fert olma arzusu dışında arzu ve emeli olan her kim varsa tamamını toplum vicdanına havale ediyorum.