Yaşamınızda meydana gelen değişimler rutinleşirse, buna alışırsınız.
Sıradanlaşır, en zor katlanılabilecekler bile sizin için.
Mesela, 16 Temmuz 2016 gece yarısına gidelim.
Sokağa dökülen halk ‘Demokrasi’ diyordu da başka bir şey demiyordu.
O sabah bu günün iktidar partisi genel merkezinin binasına, bina büyüklüğünde Kurtarıcı ve Kurucu İradenin Simgeleşmiş ismi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk Portresi asılmıştı.
Eski defterleri açıverdi yargı, 17-25 Aralık sonrası..
Evren ve arkadaşlarını ölüm döşeğinde yargılayıp mahkum ettiler.
Oysa, dönemin Sayın Cumhurbaşkanının Başbakanken iki sözünden biri olmuştu, İnönü hedefli ‘Tek Adam rejimi’ sözü..
2016 Ağustos’unda, “15 Temmuz kalkışması bize Allah’ın bir lütfudur” diyenler Olağanüstü Hal ilan ettiler.
20 Ay Ohal rejimi yönetti ülkeyi..
Ankara Gar Meydanı’nda 109 yurttaşımızın kahpece katledildiği Işid Saldırısını kınamak bile yasaklandı o günlerde.
Sadece o kadar mı.
İktidara yakın kesimlerin yedikleri haltların hepsine haberleştirilmeden yayın yasağı getiriliyordu ve moda oldu, devam ediyor.
O günden bu yana dayatmalar ve talepler aynı torbanın içine doldurularak meclise getiriliyor ve 'Torba yasa' olarak meclisten geçiriliyor.
Meclisten geçmeyeceğine inanılan ve konuşulmasının toplumda tepki göreceği bilinen konular ise Ohal Kararnamesi ile hallediliyordu o günlerde.
Daha da vahimi ise, sistem ‘Durun yahu ne oluyor’ diye sormaya kalkışanı, “Vatan haini, terörist, ajan” gibi bir yaftalar kullanarak yaftalıyordu.
Hemen ardındaki süreçte halkın seçtiği Milletvekili ‘Casus’ suçlaması ile 25 yıl hapis cezasına çarptırılıyordu.
Bir diğeri milletvekili olarak seçildiği halde cezaevinden çıkarılmıyor, Anayasa Mahkemesi bile bu isim için verdiği kararı uygulatamıyor.
Yani 15 Temmuz fırsat bilinerek dayatılan ve onaylatılan sistem yaz-boz tahtası gibi.
Bu gün bile hala bir seçilmiş milletvekili, yüksek yargının kararlarına rağmen cezaevinde tutuluyor.
Yılların deneyim süzgecinden geçerek devlet kurumlarında kurallaşmış uygulamalar, önce kaldırılıyor, sonra yerlerine uygulama icat edilmeye çalışılıyor.
Tıpkı Üniversiteye giriş sınavlarında, ortaöğretime geçiş sınavlarında olduğu gibi.
Şimdi de öğretmenlere önlük giydirme, eğitim süresinin kısaltılması komedisi yaşıyor, ülke ve millet.
Ülkemizin yöneteni Valileri toplayıp, “Mevzuata fazlaca takılmayın” diyor, diyebiliyor.
Savcılar, terör ile mücadelede gözaltına alınan ve hakkında iddianame hazırlanan Fetöcülerin para ve siyaset ile ilişkilerini göz önünde bulundurmak zorunda kalıyor, büyük bölümü salınıyor.
15 Temmuz'da topukları yağlayıp ülkeden kaçanlarına yerlerine doldurulan yargı mensuplarının bir bölümünün cübbesinin altındaki ceketin yakasında hala parti rozeti taşımaları yüzünden yaşıyoruz bu gün, milli iradenin yargı sopasıyla susturulması senaryosunu.
Çarpık kararlarla, hukuk ve adalet tanımayan uygulamalarla fırlayan Dolar Türk Ekonomisine Milyar Dolarlara mal olurken, İngiliz Pasaportlu Mehmet Şimşek “Büyütülecek bir durum yok” rahatlığı ile Türk Milleti ile alay ediyor.
5 bin liralık vergi borcu yüzünden dar gelirli kıskaca alınırken, hatırlı Şirketlerin onlarca milyar liralık borcunun affedilmesi girişimi bile kimseyi ırgalamıyor.
Yatırımların geriye gittiği, işsizliğin zirve yaptığı bir dönemde, yaşanan büyümenin sırrı nedir diye kimse kimseye sormuyor, soramıyor.
TÜİK’in ve Merkez Bankası'nın her enflasyon hedefi, ilan edildiği günün akşamında aşılıyor...
Et’in, Nohut’un, akaryakıt ürünlerinin, peynirin, simitin, ekmeğin enflasyonu tüm dünyada aşağı, bizde yukarı gitmeye devam ediyor.
Ve yakın dönemde, günde 3 kez tek adam rejimini yerden yere vuran ‘tek adam’, geçmişte dilinden düşürmediği Tek Adam eleştirilerini unuttu, unutturdu adeta..
Ülkemin geleceği, poker masasında “Ver papazı, al papazı” politikasına malzeme ediliyor.
Elimizde yerüstü değer bırakılmadı. emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin eline geçti.
Yeraltı zenginliklerimiz yağmalanıyor adeta.
Sıra, ülkedeki Nadir Toprak Elementlerine geldi, çantaya numune doldurup onları da satmayı başardık.
Hem de 'Kaça ve kime gittiğine bakmadan..'
Hala, bu güzel ülkenin güzel insanları;
“Demokratik bir rejimde,
Çarkların tıkır tıkır işlediği bir üretim düzeninde,
İşsizlik kaygısı yaşamadan,
Demokratik değerlerin yok edilmeye değil, yüceltilmeye çalışıldığı bir yönetim anlayışı altında,
Uğrayabileceği haksızlıklar karşısında hukuk güvencesini hep yanında bulacağına inanarak,
Çağdaş değerlerin, bilimin, insan haklarının egemenliğini iliklerinde hissederek,
Sosyal Devletin gereği, parasız eğitim ve parasız sağlık güvencesi altında yaşamayı hak etmiyor”
diyorsanız..
OHAL’li günlerin başınızdan eksik olmaması dileğiyle…
. . . .
Neyse, bu bedduamdan sonra, bu karamsarlık yazısını, bizdeki gibi yapay Demokrasiyi tarif eden bir fıkra ile tamamlamaya ne dersiniz?
Çocuk babasına sormuş;
-Baba, okulda yönetim biçimlerini inceliyoruz. Bana demokrasiyi anlatır mısın?
Babası;
-Bak oğlum, ben para kazanıyorum yani kapitalistim. Annen paramızı idare ediyor, yani hükümet. Biz senin için çalışıyoruz yani sen halksın. Küçük kardeşin geleceğimiz, hizmetçimiz ise işci sınıfının bir üyesi. Hepimizin bir arada yaşadığı bu sisteme demokrasi diyoruz…
Çocuk biraz kafası karışmış olarak yatmış. Gece bir ara küçük kardeşinin altına yaptığını görünce, anne ve babasına haber vermek için odalarına gitmiş. Anne uyuyor ama baba yerinde yok. Hizmetçinin odasına gitmiş babasını hizmetçiyle sevişirken görmüş. Hemen kağıt kalem getirip not almış:
Kapitalistler işçileri becerirken hükümet uyuyor.
Halk endişeli, geleceğimiz ise bok içinde.