“Size efendi olmaya değil, hizmetkar olmaya geldik” demişlerdi, hatırlar mısınız?
Şimdi Camide altlarına serilecek seccadeyi, abdest alırken kıçlarının altına konulacak tabureyi, eşlerinin çantalarını, yağışlı ve güneşli havalarda eşlerinin başlarına tutulacak şemsiyeyi devletin polisine taşıtıyorlar.
Çiftçi bilinçli tarım yapsın, aile işletmeleri hayvan yetiştirirken yanında bulunuversin diye köylere Ziraat Mühendisi ve Veteriner görevlendirmişlerdi. Ama bir türlü o mühendis o veteriner köye gelmedi. Tarlalar ekilemez hale getirildi. Köylerdeki ahırlar boşaldı, şimdi et, süt, yumurta Lüks Tüketim Maddesi oldu. Köyler boşaldı, kentlerin çevresinde varoşlar oluştu.
Sadece o kadar olsa iyi, köylünün çocuğunun okuma-yazma öğrendiği okullarını kapattılar, öğretmenin ışığını söndürdüler köylerde.
Her vilayette bulunan ve çiftçiye bilinçli tarım, bilinçli hayvancılık konusunda rehberlik eden Devlet Üretme Çiftlikleri hemen özelleştirildi, bir avuç mutlu azınlık neredeyse 20 yıldır bu çiftliklerin kaymağını yiyor, köylü çiftçi ise bu çiftliklerin önünden bile geçemiyor.
Yatılı bölge okulları vardı. Köylünün bebesi güven içinde bu okullarda eğitim görür, barınması ve beslenmesi tamamen okulun bünyesinde sağlanırdı.
Kapattılar.
Şimdi köylünün bebesi,eğer okuyacaksa ne idüğü belirsiz vakıf ve cemaatlerin açtıkları öğrenci evinde barınmak zorunda. Karaman ve Adana faciası işte bu ne idüğü belirsiz yapının dışa vurumundan sadece iki örnektir.
“Parası olan var, olmayan var. Bedelli askerlik gibi bir vebalin altına giremem” dedi ve dediler.
Önce kendi tosunlarını, yeğenlerini aldıkları çürük raporları ile askerlikten yapmaktan kurtardılar. Sonra üst üste bedelli düzenlemeleri yaparak parası olanları askerlikten muaf kıldılar. Baktılar bu bedelli işinde çok para var, artık parası olan parasını yatırıp tezkere almaya başladı. Vatan savunması, şehit olmak ise garip ve fakir gençlerin görevi haline geldi. Ondandır bu güne kadar hiçbir şehit cenazesinin bir villanın önüne getirilmemesi.
Cumhuriyet sayesinde elde edilen kamu yapılanmasını, ‘Babalar gibi sattılar..’
Elde kalanları ise Varlık Fonu adıyla icat ettikleri kuruma aktardılar, 2 yılda, para kazanan bu kurumların tamamını zarar eder hale getirdiler. Getirmekle kalmadılar, kamunun denetiminin dışına çıkardılar. Şimdi çiftlik gibi yönetiliyor bu kurumlar.
Yanan, yakılan ormanlarımızın en gözde noktalarını yeniden ağaçlandırmak yerine villalarla, tatil köyleri ile otellerle donattılar.
Sıkıştıklarında “Gaz bulduk, petrol bulduk, Türkiye artık altın diyarı” dediler, ama ne gazın ne petrolün bırakın kendisini, kokusunu bile alamadık. Kanadalı şirketlerin altın madenleri ile donandı güzel ülkem.
Bankalarımız, limanlarımız, Cumhuriyetle yaşıt ‘Hacı Şakir’ sabun gibi fabrikalarımız, neyimiz varsa artık yabancıların elinde.
İktidara oy verenler Sayın Liderin talimatına uyup üçer beşer bebeyi saldılar sokağa ve bu çocuklar büyüdü, iş arar hale geldi, “İşsizlik rakamları gittikçe büyüyor. Yeni bir şeyler ortaya koymak gerek” dediler.
Herkes değil, kendi taraf ve etrafı işe alınsın diye KPSS’nin yanına ‘Mülakat’ uygulaması eklediler.
KPSS’de Türkiye birincisini bile mülakatta elemeyi başardılar.
Belediyeler artık çöpçüyü bile partililerden seçmeye başladı.
Yetmedi, Türkiye’nin en büyük işveren kurumu haline getirdiler, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nu.
Kamu yararına çalışma diye bir şey icat ettiler, ne kadar aylak varsa okullara, kurumlara gönderdiler, ‘Her yer bostan, yan gel yat Osman’ diyerek onlara yılın 9 ayı, sonra da 12 ayı maaş ödemeye başladılar.
İşsizliğin, geçim sıkıntısının getirdiği toplumsal huzursuzluğu frenleyecek uygulamalar gerekliydi, ülkemin her yerini kale gibi cezaevleri ile donattılar. İçlerini mahkum, kadrolarını partililerle doldurdular.
Geçinemeyen insanlar bankalara borçlandı, kurumlara borçlandı, kişilere borçlandı.
Bu kez de her vilayete birkaç tane İcra Dairesi açtılar.
Osmanlıdan esinlenerek Bekçilik Teşkilatını yeniden kurdular.
Kurarken de tahsil ve diploma meselesini hallettiler önce.
Şimdi bekçiler doktor ile aynı oranda maaş alıyor biliyor musunuz?
Ama bekçi olmak o kadar kolay da değil tabii.
Cebinizde tapu gibi bir ‘Hamili kart’ taşımanız gerekir.
Cehalet dayanakları, ilim ve bilim ise korkuları olduğu için ülkenin köklü eğitim kurumlarına savaş açtılar.
ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi gibi bilim adamı yetiştiren, seçkin ilim adamlarının derslere girdiği üniversiteleri kimliksiz, kişiliksiz hale getirmek adına kaldırım üniversiteleri açtılar. Yılların yapılanmasından geçen dev üniversiteleri ikiye, üçe bölüp işlevsiz hale getirdiler. Adamlarına, adamlarının adamlarına, intihalcilere, hiç bir bilimsel yayını olmayanlara bu üniversitelerde makam ve koltuk dağıttılar.
Devletin kilit kurumlarında artık Tügva’lı, Türgev’li, İlim Yayma’lı liyakatsiz ve ehliyetsizler oturuyor.
Liyakatsiz ve ehliyetsiz kadroların elinde ise Devlet tükendi, tüketildi.
Şimdi sıra alternatifini bulamadıkları, istihdam etmek zorunda kaldıkları tıp adamlarına geldi.
Önce onları geçim derdiyle tanıştırdılar, açlık sınırının az üzeri, yoksulluk sınırının çok altında ayarladılar maaşlarını.
2 yıllık pandemi döneminde, her fırsatta ‘Hakkınız ödenmez’ dediler doktorlara ve gerçekten ödemediler.
Sonunda Sayın Cumhurbaşkanı, geçinebilmek için özel sağlık kurumlarına, yurtdışındaki sağlık kurumlarına kapağı atma hesabı yapan doktorlara restini çekti ve dedi ki;
“Giderseniz gidin, biz de yeni mezunlarla ve dönmek isteyenlerle devam ederiz yolumuza..”
Sanki yeni mezunlar hayatlarından çok memnunmuş, sanki yurtdışına giden doktorlar pişmanmış da geri dönmek istiyormuş gibi..
Pazartesi gününden itibaren ülkemin sağlık kurumlarında görev yapan doktorlar iktidarı uyarmak için 3 günlük iş bırakma eylemine gidecekler.
Bakanlık “Soruşturma açarız” sopası ile bu eylemi engellemeye kalkıştı, ama sanırım doktorlar kararlı, sorunlarına dikkat çekmekte.
Onlar sadece maaşlarına zam istemiyor.
Onlar, çare aramak için kapılarını çalan hastaya 5 dakikadan daha fazla zaman ayırıp derdine köklü çözüm üretmeyi istiyor.
Onlar, bir cahilin “Niye hastamı diriltmedin” diyerek saldırmasından, dayak yemekten, bıçaklanmak hatta kurşunlanmaktan korkuyorlar.
Onlar, çağdaş dünyadaki meslektaşları gibi bilimsel ve uluslar arası tıp yayınlarını izleyebilecek ekonomik imkanlar, sosyal hayatlarını yaşayabilecekleri maaş talep ediyorlar.
İktidar edenler ise bu toplumsal dalganın önüne geçmek için yollar arıyor.
Çünkü Hacamat dediler tutmadı.
Sülük dediler ilgi görmedi.
Din Psikoloğu diye partili cahilleri görevlendirdiler olmadı.
İmamlıktan hastanelere geçenleri müdür ve yardımcısı yaptılar olmadı.
“Doktorun yaptığını hasta bakıcı da yapar” dedirttiler tutmalarına, yine olmadı.
Tek çare kaldı, “Tıp Doktoru olmak için Tıp Fakültesi mezunu olmak gerekmez” diye bir düzenlemeye gitmek.
Ya da ilkel Afrika Ülkelerinden, büyücü çağırıp Hipokrat yemini ettirmek.
Bakalım nasıl çözecekler bu meseleyi, hep birlikte göreceğiz..